26 Ocak , 22. Sayı , 3. Sayfa ,1. Sütun

“Doğru Sözler - Acı Hakikatler”

Teşbihte hata olmaz ise doğruluk: Ancak , vazı’ dindaranede (dindarca söylemde) âlem-i ilahiye doğru yükselen minarelerin eşgal ve kametinde (şekil ve dik duruşunda) kalmıştır! diyeceğim geliyor.

Her nasılsa hatıra gelen bu misalde ne mertebe garabet meşhut (tuhaflık görülüyor) ise şüphesiz mealinde (anlamında)de o mertebede bir hakikat mahfuzdur (saklıdır).

Esirden müessire (etkili olana/ hükmünü yürütene) intikalde (geçişte) de başımızı kaldırarak bir semaya, birde arza bakalım. Âlem-i maddiyat da ; cihan maneviyatının suya aks etmiş canlı bir tasviri demektir. Beşeriyete ilk dersi veren tabiyat, gittikçe iktisab-ı kuvvet eyleyen terakkiyat ve inkişafatın nazımı (güçlenen ilerleme ve gelişmelerin düzenleyeni), intibah ve ihtira'

ın vesilesi (uyanışın ve icatların nedeni ) olmuştur. İşte biz de bu hakayıka istinaden (gerçeklere dayanarak) ; din-i mübin İslam doğruluğunun bir heykel ve muazzam "abide"sini, sanki bir kâşif-i hakiki (gerçek kâşif /bulucu ) sıfatiyle , İslamın bir sene sonra duçar olacağı zaaf ve inhitata ( zayıflık ve çöküntüye) karşı bir sütun-u intibah (uyanış direği) olarak kabul eylemiş oluyoruz.

Evet doğruluğun nam ve şanı : mukaddes camilerimizin minber ve kürsülerinden , adliyemizin kapılarından tebaüd edilerek (uzaklaştırılarak) evliya-yı umur (iş başındakiler) ulema-yı kiram (büyük alimler); ekâbir-i rical (yöneticilerin büyükleri) hükûmetimizin huzurundan kovulduğu zaman ! .......... bir adaletpenah bulamayan bu lâmia-i hakikat (gerçeğin parlaklığı).. Ancak mukaddesatımız ; nisyan ü hüsran (unutkanlık ve hayal kırıklığı )arasında sıkışıp kalmıştır. ! Zehiy gaflet ( ne güzel dalgınlık/ habersizlik).

Halbuki doğruluk adaletin, adalet doğruluğun birer refik-i sadık-ı ezelisidir.(ezelden beri güvenilir arkadaşıdır). Doğruluk bir vücud , adalet ise ruhu muhrikidir (ruhu harekete geçiren / tutuşturandır) Yek diğerinden iftirâk (ayrılık ) kabul etmeyen bu kuvvetler hadisat-ı âlemin (âlemdeki olayların) ve teali-i cihanın (cihanın yücelmesinin) en bariz rehberleri en hakiki sebepleridir.

Bundan dolayıdır ki , doğruluk olmayan bir mülkte adalet, adalet olmayan bir yerde doğruluk olmaz. Hak ve hayatın en büyük âmilleri (etkenleri) ise bunlardır.

Bu tarik-i hakayıktan (gerçeklerin yolundan) sapan milletler; bilnihaye duçar-ı kader ve itisaf (sonsuza kadar doğru yoldan sapmış ve kadere yakalanmış ) olarak yaşamaya mahkûm olmuşlardır.

Bundan anlaşılıyor ki :Alam-i İslamın istinadgâh-ı hakikisi (gerçek dayanağı) olan “adalet ve istikamet (doğruluk)” in tezelzüle (sarsıntıya) uğradığı andan beri başlayan nifaklar, kıyamlar (isyanlar) ,iftirâklar (ayrılmalar/dağılmalar) bu muazzam kitle-i muhideyn-i İslamın (İslam kitlelerinin yaşadığı ortamın) parçalanmasına , millet ve kavmiyet mülhimelerini istimal eden (duygularını /ilhamlarını kullanan) bir fesat ocağının kaynamasına ve bu yüzden bir çok memalikimizin en mübarek mukaddesatıyla beraber! yed-i biimana (imansızların eline) geçmesine yegâne sebep olmuştur.

Tarih-i hayatımızın her sahifesi, bu tefrikalarla (bölünmelerle) başlayan müthiş bir izmihlâlin en makhur ve mezmum vakaini (yok oluşun en kahredilmiş ve ayıplanmış olaylarını) dilsiz bir lisan ve göz yaşları ile anlatıyor.

İşte, Çehre ve iclâlimizin ( büyüklüğümüzün / ululuğumuzun) sönmeğe ve kırılmağa yüz tuttuğu bu âvaz-ı felâketi (felaket çığlığını) bir daha hatırlatmak için; harita-i âlemin (dünya haritasının) en zengin köşelerinde zebun (zayıf/güçsüz) ve ecanibın (ecnebilerin) baş kaldırtmayan boyundurukları altında makhur (kahredilmiş olarak) ağlayan ve nüfus-u umumisi yüzlerce milyonlara baliğ olan İslamın hal-i püresef istimaline (üzülecek haldeki kullanılışına) bir nazar-ı tetkik atf eylemek (inceleyerek bakmak) kâfidir.

***

Ne idik, ne olduk ? Bu gidişle daha neler olacağız? Artık bıçak kemiğe dayandı; olup olacağımız da bir şey kalmadı .

Ya doğrulup düzelmekten, ya ezilip ölmekten başka çare kaldı mı ?

Asırlardan beri düşe, kalka sürüklendiğimiz bu elim ve zelil (utanç verici) durum "el cezayı men-i cins .... “ düstur-u hakikat şiarına masadak (gerçeğin kurallarına uygun) oldu; ”Kendi düşen ağlamaz”. Levha-i ibret ,bir silsile-i tedip (ders alınacak tablo , bir eğitim zinciri) gibi çehre-i intibahımıza (olgunlaşmış/ pişmiş / uyanmış yüzümüze) çarptı.

Hakk-ı el insaf ( insaflı ) düşüncede olursak ; kabahati ne tarih de ne ecdat da, ne zamanda arayalım, arkamıza değil önümüze bakalım. Önümüzdeki sevabı göremez isek arkamızdaki hatayı hiç anlayamayız. Bundan sonra muhatabımız; kendi vicdanlarımızla, kendi kanaatlerimiz ve kendi kabiliyetlerimizle faaliyetlerimiz olmalıdır. Çünkü âlem daima terakkide (yükselmede) , zaman ise teceddütdedir (yenilenmededir.)

Mazi ve zaman , tarih ve mekan , bir milleti irşad edip geçer .. Lakin hâl ve istikbâl (bugün ve gelecek) o millette asrın emzicesine göre matlub mezayayı (çağın mizaçlarına göre aranılan meziyetleri) bekler ve ister.

Kılıç ve kalkan devirlerindeki cesaret-i tabiiye yerine şimdi ilmin ve fennin lüzum gösterdiği cesaret-i medeniye kaim olmuştur (yerini almıştır). Yaşamak için asrın hutubat ve terakkiyatına (çağın sorunlarına ve yükselmesine), fennin inkişafat ve intibahına (gelişmelerine ve uyanışına) her halde ayak uydurmak lazımdır.

Artık “Kurun-i Vüsta”(ortaçağ) ya mahsus bu ağır ve lağar adımlarla , iptidai milletlere has bu kağnı arabaları ile bu heyula-yı hakikat (gerçeğin korkutucu büyüklüğü) karşısında durulmaz; bu kantar bu sıkleti tartmayacağı gibi ; atıl ve gafil oturmakla da bu dolap kendiliğinden dönmez.

“ Bin nasihatten bir musibet evladır.” İhsas-ı beliganesini (atasözündeki gizli anlamı ) bir çok milletler ; intibah (uyanış) yolunda adeta bir düstur-u hükûmet (hükûmet yasası/ kuralı), bir darbe-i hakimiyet diye takdir ve telkin ederler. Bizler bir nasihat yerine bin musibet; bin musibet yerine ; yüz bin felaket gördük ve geçirdik! Heyhat ki gördüklerimize , çektiklerimize mukabil asla ders almış olmadık!

İnsanlığımızı tahkir (hor gören), vicdanımızı tezlil (aşağılayan), sefalet ve perişaniyemizi temdid eden (uzatan) taarruzat ve tecavüzata karşı arifane(akılıca / bilgince) bir mevcudiyet gösteremedik. Gözlerimizi bürüyen perde-i cehalet ; vücud-u millete arız olan her felaketin iç yüzündeki hakikati görmeğe, göstermeğe mani oldu. Doğru ve yanlış kim ne söyledi ise ona inandık, zahiren tatlı ve acı olan bir çok efsanelere safdilâne kandık. Ma'tuf (hedef) olduğumuz bir felaketin göz yaşları kurumadan ikincisi, maruz kaldığımız bir yangının alevleri söndürülmeden diğer üçüncüsü zuhur etti . Vukuat yek diğerini , şeamet (uğursuzluklar) biri birini takip edip durdu.

Bittabi (doğal olarak) kağıt üzerinde bir kâlem çıtırtısıyla hâk edilen (kazılan) bu hutut-u siyah (kara yazılar /hatlar) biçare milletin can evini yıkmaktan , vatanın hicran damarını karartmaktan geri durmadı.

Tasvir-i efkârın (*) 29 kânuni evvel 36 sayılı nüshasının baş makalesinde ,“119 Senedir Çektiklerimiz “ ser levhası altında tetkikat-ı tarihiyeye müstenid (tarihsel araştırmaya dayanan) , ibret (ders alınacak) ve düşünülmeğe mucib (vesile olacak) bir istatistikte ; bu müddetin 57 senesi hudut haricinde muharebat ile bakiyesinin de yine : Gence, Suriye, Arnavutluk ve saire gibi mahallerde zuhur eden kıyam (ortaya çıkan baş kaldırma) ve isyanların bastırılmasında hareket ile geçirdiğimiz anlaşılıyor ki hiç bir milletin tarihi bu kadar buhranlı ve mütevali (ardsız arasız) hadiseler kayd etmemiştir.

Şurasını da kemâl-i fahr (büyük bir övünç) ile söylemekten kendimi alamayacağım ki : Bu milletin halinde ve vaziyetinde her hangi bir millet olmuş olsaydı bu badire-i zamanın hamule-i bar-ı cangüzaranesi (cana kasdeden ağır yükü )altında çoktan ezilmiş ve helâk olmuştu (ölmüş / yok olmuştu).

Asri ve ananevi bir çok telkinlerin ve hataların inzimamıyla (birleşmesiyle) açılan rahneleri bila fasıla (yaraları aralıksız) takibeden bu azim cidallerin (zorlu çekişmelerin ) , bu korkunç arbedelerin sadmet ve kahriyatına ( kavgaların sarsıntı ve perişanlıklarına) ancak demir kalbli, polat bağırlı bu milletin sine-i celadeti (yiğit yüreği) tahammül edebilmiştir.

Bu büyük tahammülata karşı izhar olunan bu mukavemet ise şüphesiz azimete (gidişine) sahip, varlığına kail (inanmış /razı olmuş) bir milletin yaşamak uğrundaki kudret ve kabiliyetine en bariz ve müsbet (olumlu) bir delildir.

Öyle ise varlığımızı inkâr etmeyelim. Düşdüğümüz yerden kalkmak için sözümüzün sahibi; sözümüzün eri olalım: İ . Turhan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(*)Tasvir-i efkâr : 27 haziran 1862- temmuz 1867 tarihleri arasında Şinası tarafından kurulan sonra Namık Kemal ve daha sonra Recaizade Ekrem tarafından İstanbul’da yayınlanan gazete