2 Şubat , 23. Sayı , 3. Sayfa 1. Sütun

Gözümüzü Açalım !

Bu .. Mütareke mi ? Yoksa ; İşgal mi - İmha mı ? !

Bu muaddele-i istifhamiyi (değişik soruları) hall edecek kadar halkın dili açıldı, beli doğruldu . Nihayet ; takke düştü, kel göründü. Bu görünüş ! On sekiz aylık mütareke (!) nin ; kalın ve siyah perdeli sahnesinde ; yani iç yüzünde ; tertip edilen gayr-i insani fırıldakların cinai oyunların, memleketlerimizi misafir bir seyyah gibi adım, adım dolaşan maskeli ayakların kanlı birer hatıralarıdır. İşte bu kanlı hatırat altında oynanan bu feci “dram”ların fiiliyatını pek yakından gözyaşları ile temaşa ediyoruz (seyrediyoruz).

Lâkin hiç bir millet ; hemdin ve kan (kanı ve dini bir olan) cinsinin böyle nahak (haksız) yere soldurulmasına , sürütülmesine , uzun müddet seyirci olamaz ve tahammül edemez. Evet ! Bir milletin gözü önünde hayat ve namusuna kasd edildiği halde yine sükût eder ise artık; o millet için yaşamak züldür (/küçüklük/adiliktir) ve haramdır.

Halbuki şarkın mağrur ve masum mukadderatını ; pençe-i adl (adil pençe ) ve ihtişamında tutan ferda-yı hakikat (gerçek gelecek)! namus ve şerefin muhafazası,hayat ve hakikatin idamesi (devam etmesi) uğrunda merdane kan döken , delicesine can veren bir millet için ; o zillet ve meskenet (alçaklık / aşağılık ve miskinlik / zavallılık) hükmünü veremez, haksızlığın kurbanı olan zavallı bir halka düşran edemez (sövüp sayamaz).

Biz ; ancak bu mecruh (yaralı) kalplere, bu magmum (gamlı) gönüllere eli titremeden hançer! saplayan hunhar ve birahim (kanlı ve acımasız) ellerin garbde tekamül eden 20. Asır medeniyetinin (!) hakim kuvvetlerinden uzandığını görmekle teellüm ve müteessiriz (kederli ve üzgünüz)..

Zira; mürşid-i medeniyet, rehber-i hakikat ve mertebe-i fenniyetda (uygarlığın öncüsü, gerçeklerin yol göstereni ve bilimdeki gelişmelerde) harikalar izhar eden (meydana çıkaran/ gösteren) mütekemmil ve mütefennin (kemale ermiş/ olgunlaşmış ve teknik bilgi sahibi) heyet-i âlimeden cidden hakkı rencide edecek yolsuzluklar beklemezdik. Hakikatı daha açık söylemek lazım gelirse : elvah-ı tabiyatdaki (doğanın tablolarındaki) her şeklin renk-i aslisini (gerçek rengini), tesirlerin sahte telvinatına (boyamasına) karıştırmaksızın muhafaza ve tersim eden (çizen) mahir bir ressam kadar; sanat ve kıyasetinde (karşılaştırmalarında) basiretkâr (kavrayışlı) olan, hadisata nazarında (olaylara bakışında), hiç bir vakit karaya beyaz, beyaza kara diyecek kadar isabetsizlik göstermemiş ve takdirinde aldanmamıştır. Biz de , bu tarifat dahilindeki hakiki mücerribata (tecrübelere) istinaden; vicdanlarımızı karartan, hayat ve namusumuzu tehdid eden.... bu onüç aylık feci. devrana “Mütareke”! demekte ma'zuruz (dememek hakkına sahibiz).

Evet ! mütareke yerine " Muharebe!” demekte haklıyız ! Nasıl haklı olmayalım! Bu millet: bütün kudret-i harbiyesini (savaş gücünü) düşman saflarında terk ile ......mütarekenin aguş-u halâskârına (kurtarıcı kucağına) atlamamış ve kendiliğinden arz ve istimane (sığınmaya/aman dilemeye) mecbur olmamış bir millettir. Her nasılsa , tali’inin aksi darbelerine maruz kalarak sürüklendiği; bu cihan harbinin dört sene imtidad eden (uzayıp giden/süren) sadme ve kahriyatına (uzayıp giden bela/darbe ve kahırlarına) cansiperane göğüs germiş, beka-yı hayatı uğrunda gösterilen hiç bir istikametten yüz çevirmeyerek mütevekkilane (kaderine razı) fakat ; kahramanane On bir cephede kan dökmüştür.

Ancak ; zaferin nihayede (sonuçta) hangi tarafa teveccüh edeceği ve belki de bekasının teminine hadim (hizmeti) olacağı bir sırada ; galiplerce bugün istihfaf edildiği (hafife alındığı) görülen büyük Amerika’nın inzimamıyla (katılmasıyla) ve azminden rücu’ ederek (geri dönerek / döneklik ederek) ayrılan kahbe Bulgarların iftirakiyle (ayrılışıyla); hafif basan terazi kefesinin boşluğunda muallakta (boşlukta) kalmış; bil zaruru netaic-i harbin tecelliyatına arz-ı inkiyad eyleyerek ( zorunlu olarak harbin sonucunda ortaya çıkan duruma boyun eğerek); adilane bir sulha intizaren (beklentisiyle) , âlimane “ Wilson” prensiplerine istinaden -şartında muharebe olmayan - bir mütarekeyi umur meyanında kabul eylemişti .

Maalesef ; bu hakka ve bu şarta güvenerek , muhasımları karşısında terk eylemediği top, silah ve mühimmatını , bütün cihanın , sulhu yolunda ve hep bu meş’um (uğursuz) mütareke içerisinde teslim eylemiştir !? Halbuki; masumane ve belki de mağlubane (yenilmiş olarak) bu teslimiyetin ne kadar acı ve müellem (elemli) bir hakikat olduğunu " zaman" denilen heyûlayı hikmetin lisan-ı kudret beyanı (felsefenin anlamlı sözleri) anlattı; mütecaviz (saldırgan) hareketlerin kanlı tarihçeleri de bu beyanat-ı müessireyi (etkileyici beyanatı) bilâ perva (!) sabit etti ( etkili söylemi korkusuzca kanıtladı)

Hayalden sahne-i hakikate geçen ; vakayi (olayların) kahramanlarının şimdiye kadar hiç bir mağlub millet hakkında işitilmemiş fakat ; İslamlar için reva görülmüş icraat-ı şahanelerinden , ihtiraat-ı bedbahanelerinden ( hükümdarca uygulamalarından talihsiz uydurmalarından) bir miktar bahs ettik idi.

Şimdi de bu felâket faslının alçak ve yüksek perdeleri üzerinde gezinerek ehlisaz-ı tesirimizden düşen kırık dökük nağmeler ile çalıp söyleyerek vicdanımız olan sulh-u saadetimizin bedbaht tecellisine ağlayacağız .Lisan-ı cesaret ile ortaya dökülen beyanat-ı hakikati ......mızla da halkımızın tahlisine nağmesaz ve hatve endaz.( kurtuluşuna saz çalan ve oynayan) olacağız.

Buracıkta ; müessir-i celadet-i millimize (milletimizin yiğitliğinin etkisine) karşı büyük bir talâkat-ı teessürle (üzüntülü bir konuşma sanatı ile) söylenmiş, şair-i şehriyarimiz (büyük şairimiz) merhum “ Fikretin “ Millet şarkısından .... ve mümtaz (öne çıkmış/farklı) , mevzuumuzla da pek münasebetdar şu iki parçayı aynen nakl ederek tezkar (hatıra getirme) namına vesiledar olmak istedim.

Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa,

Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.

İnsanlığı paymal eden alçaklığı yık,ez

Zül ile yaşamak yerde sürüklenmeğe değmez.

Maksud-u mahsusumuz (özel amacımız) badelharb ( özellikle amacımız harpten sonra) kabule mecbur olduğumuz menhus( uğursuz) mütarekenin sonrasındaki cereyan-ı elimini, milletin enzar-ı ibret ve basiretine ( ders alan bakış ve kavrayışına) vaz eylemekti (bırakmaktı / sunmaktı).

Takibedelim. Mağlup saflarında bizden başka sulhuna nigehban (bekçi) , akibetine. razı kimse kalmadı . Diğerlerinin sulhu velev ki pamuk ipliği ile bağlansın. Yine muallakta bizden başka kalan olmadı. Acaba bizim sulha ihtiyacımız yok mu? Yoksa bizimle hâlâ harp bitmedi mi? Yoksa ki hilal- salib (ay-haç) muharebelerinin devre-i tekrarında mı bulunuyoruz ?

El hasıl (sonuç olarak) ne oluyoruz, biz de bilemiyoruz! İnsan , gayr-i ihtiyari (elinde olmadan), bir sürü mevhum-u mesail (meselelerin kuruntusu) içerisinde bulunuyor. Hangisine hüküm, hangisine cevap vereceğinde mütereddit (kararsız) kalıyor

Bir taraftan da bu nukat-ı meçhule (bilinmeyen noktalar) içinde bir ümid-i teselli aramaktan vaz geçemiyor. Vakıa (her nekadar) ; etrafımızda hatırnâk (saygılı) adımları ile gezinen ayakların sesleri başka, “ Temps" gibi Fransa’nın hemen efkâr-ı umumiyesine tercüman ve nim resmi (yarı resmi) bir gazetenin dedikleri başka, bilâ müddet (süresiz) tatil ve tehire uğratıldığını ajansların bildirdiği haberler yine başkadır .

Hele muvakkat (geçici) ve hafif işgallerle başlayarak gittikçe tezyid edilen (artırılan) kuvvetlerle , evvela tecavüze, bâ’de (sonra) imhaya geçilmekteki kastın sebep ve hükmü de bambaşkadır !. Bunlardan birini ele alalım. Mesela ,“bam başkadır!” perdesindeki manzur ve muharrer mersiye-i felâketin ( bakılan / beğenilen ve yazılan felâket ağıtının) birde mümessil-i hakikisini irae edelim (gerçek temsilcisini gösterelim)

Aylardan beri ; semasından baran-ı belâ (belâ yağmuru) gibi ateşler yağan , topraklarından ölümler fışkıran felâketzede İzmir ve havalisinin geçirdiği hazin safhalar ve geçirmekte olduğu muzdarip (ızdıraplı) vakalar.. Lisanlarımızda birer terane-i tesir vicdanlarımızda birer nâle-i telehhüf (yana yakıla sızlanma) oldu.

Bu irtikabat fecayii ( işlenen facialar)! İzmir’in köşe ve bucağında, Bizans’tan arta kalan, fethin ve Osmanlının mürüvvetine (mertliğine) karşı durup dururken sakin kabından taşan serseri birkaç Rumun huzur ve istikbâline ithafen (hediye olarak) yapılmakta ,Yunan palikarya ordularının canavar süngülerine istihdaf (hedef) edilmektedir.

Ne zâlimane peşkeş, ne garabet (tuhaflık) ne alûd (bulaşık) alâka ki : bilhassa Yunaniliğin pişva-yı melânetinde (lânetli önderliğinde) mahirane kavuk sallayan Venizelos gibi bir hilekâr siyasetçinin külahı ters giyindirdiği âli meclislerin kararlarından sadır oldu (çıktı) !

Ne gariptir ki bu vaka’ pervasız olarak cihan-ı medeniyenin (uygar dünyanın) gözü önünde , bütün facialariyle hâlâ devam etmekte iken , aynı işgaller , aynı tecavüzlerle ibtidar eden (acelecilikle) ikinci. nazire-i bi nazir (benzerine eş) de(!) huzur ve refahı kendisine adeta bir ar beyan ve fiilinin cezasından asla ders almayan ve öteden beri âlemin rahat ve emniyetini selb (kapmak/zorla almak) için yaratılmış derbeder bir avuç Ermeninin ; Ermenistan tabir-i mahsusu ( özel deyimi) ile daiyanderini (dua kapısını) beklemek, kendi menafi’-i siyasiye (siyasi çıkar) ve hasiselerine (alçaklıklarına) alet ittihaz eden (kabul eden) koca Fransa milletinin topları da biçare Maraş’ımızın âfak-ı heyecanında patlamağa başladı.

Beyhude yere binlerce mazlûmun kanları da burada akıtılıyor, harmanları yakılıyor ocakları bu uğurda söndürülüyor Ey müdrik-i hakayık olan (gerçekleri bilen) "Hak" adaletini geciktirme ! Artık tahammülümüz kalmadı...

E... D....

2 Şubat , 23 . Sayı , 2. Sayfa ,1. Sütun

Avrupa Medeniyetinin İç Yüzü ve Fransa Hunharlığı

Harpten mağlup çıkan bir milletin bir çok avakıb-ı elimeye (acı sonuçlara) maruz kalması tarihin bize nakl eylediği misallerin tahakkuk ettirdiği desatir-i zaruriyeden (zorunlu kurallar/ düsturlardan)dir.

Fakat harbe mütareke ile nihayet veren herhangi bir milletin hayat-ı ırkiye ve diniyesine suikast etmek onun bütün mevcudat ve teşkilâtını imha ederek bir milli kaos ve mukakkaa (çekişmeye) sevk etmek, tarihin yegâne kayd edeceği vakay-ı cinayedendir (cinayet olayıdır).

Beşeriyetin şimdiye kadar geçirdiği edvarda (devirlerde) ve bilhassa devr-i vahşette (ilkellik çağında) dahi cereyan etmeyen bu gibi hadisatın asr-ı medeniyet (uygarlık çağı) denilen şu devr-i tekâmülde hudusunu (mükemmelleşme / olgunlaşma devrinde ortaya çıkışını) görünce medeni tanıdığımız akvamın mahiyet-i insaniyeye (uygar saydığımız ulusların insanlığa) değil canavarlığa ,hunharlığa teşne (hevesli /hazır) olduklarına kani olmamak (inanmamak) elden gelmiyor.

Şu bir senelik hayat-ı mütarekemizde maruz kaldığımız vaka-yı reva (uygun/ yaraşır olay) görülen mezalim de bu kanaatimizi te’yid (kuvvetlendiriyor) ve izhar ediyor (gösteriyor) .

Demek ki medeniyet bizim bildiğimiz mânada tekâmül ve tealiyat-ı insaniye (insanlığın olgunlaşması ve yücelmesi) değil, yine mezalim ve fecaiyi (zulm etmek ve acı vermek) için icad edilmiş vesait-i cinaiye (cinayet araçları) dır.

O halde içinde bulunduğumuz asra, asr-ı medeniyye (uygarlık çağı) demekten , Avrupalıların fecayi asrı ,mezalim asrı demek daha haklı ve daha doğru olacaktır.

Tarihi tetkike lüzum yoktur. Şu bir senelik hayat-ı mütarekemizi göz önüne alalım, hangi an ve dakikamız , medeni bildiğimiz ve o suretle tanıdığımız milletlerin harekât-ı hunharane ve caniyaneleriyla müteellim vemüteessir (zalim /kan içici ve canice hareketleriyle elem li ve üzgün) olmamıştır ?

Mütarekenin hangi kayıt ve bendinde âlem-i İslamın dimağı (beyni) ve Makam-ı Saltanatın makarrı (başkenti) olan İstanbul'umuzun işgali mevcut idi ? Ne gibi esbab (nedenler) her gün birer suretle izzet-i nefs-i milliyemizin cerihadar edilmesini ( milli onurumuzun yaralanmasını) icab ettiriyordu. Ve orada yaşayanların en sahib-i hakikisi (gerçek sahibi) bulunan Türk ve Müslümanlar, insan adadına (sayılarına) dahil edilmeyerek her türlü hakları çiğneniyor ve gasb ediliyordu. Ne idi o fecai (acı veren olaylar), o şenaat (kötülükler) ki Anadolu’nun milli Türk ve Müslüman âleminin göz bebeği olan İzmir’imizdeki ırk ve dindaşlarımıza layık görüldü.

Yunan süngüleriyle ve Avrupa devletlerinin taht-ı nezaretinde (gözetimi altında ) parçalandı, yapılmadık fecayi, tatbik edilmedik mezâlim kalmadı.

Bu gün Adana , Urfa, Ayntab, Maraş ve havalisi Türk ve Müslüman mezaristanı olmuştur. Hangi hakka , ne gibi asayişsizliğe delâlet eden bir vaka tahaddüs etti ( olay ortaya çıktı) ki bu havalinin işgaline lüzum hissedildi . On üç aylık mütareke anında bu havalide yapılmadık,yaptırılmadık zulûm, işkence kalmamış iken itidalini gayb etmeyen (ılımlılığını yitirmeyen) asil milletimizin kabahati ne idi ki o münbit ovalar Müslüman kanları ile telvin ediliyor (boyanıyor).

Maraş’da, o hatt-ı mütarekede 13 aydır kurbanlık koyunlar gibi mütevekkilane akibetine intizar eden ( kaderine razı olarak kendisi için hazırlanan sonucu bekleyen) halk bu gün Fransız ve Fransız kıyafetindeki canavarlar (Ermeniler) tarafından kan ve ateş içinde boğduruluyor. Yakılmadık hiç bir yer bırakılmıyor Biz şu satırları karalarken daha kim bilir ne kadar kadın ve çocuklar babasının,kardeşinin evladının gaybubet-i ebedisiyle tecennün ediyor (çıldırıyor).

Hakkına sahib olan bir millet günah işlemiş olamaz. Fakat hakka tecavüz edenler dünyada en şeni’ fecayi’i işleyenlerdir. Medeniyet bu asırda hakkı çiğnemek ,zulmü ika’ ve icad eylemek mi demektir.

Şu mütareke devrinde âlem-i medeniyetin bize karşı takib eylediği meslek ve siyasetin başka bir tarzda tefsir ve tevzihine (yorumlama ve açıklamasına) imkân yoktur. Hem ne hacet-i tereddüt (duraksamaya ne gerek) ,işte Maraş, işte medeni Fransa hükûmeti !..

Hülasa asr-ı hazırda (zamanımızda /çağımızda) hak sahibi olmak için kuvvetli bulunmak lazımdır. Zaif olanlar ne kadar alicenab (iyilik sever cömert) ve halûk (iyi huylu) olsalar da her türlü hakdan mahrumdurlar. Bir millet hakk-ı hayatını mevcudiyet-i hayatiyesiyle te’min edemezse (bir ulus yaşama hakkını bütün mevcudiyeti ile sağlayamazsa) ne yaşayabilir ve de yaşamasına imkân olur.

Biz ne derece bir Asr-ı sulh ve müsâlemat (barış ve barışıklık çağı) ister isek isteyelim, yaşamak için göstereceğimiz azimdeki zaaf (gevşeklik/zayıflık) daima kavilerin (güçlülerin) nazar-ı istimallerini celb edecektir. Her türlü haksızlığa, vahşete rağmen onlar medeni , bağir-i hakkın nahr-ı nabudu (haklı başkaldırımızdan ötürü boğazı kesilerek yok edilen) olsak da biz barbar ve bedevi olacağız (!) ..

İşte hak ve kuvvetin bu asırdaki rolü, işte medeniyet ve bedeviyetin sırrı (şehirlilik /uygarlık ve göçerliğin/ilkelliğin gizi).

Halis Turgut