15 Aralık, 16. Sayı , 1 Sayfa Asri Zihniyet ve Tenakuzlarımız (tutarsızlıklarımız)Bu gün memleketimizin mukadderatı üzerinde az çok haiz-i tesir (etkileme gücü) bulunan müttefiklerimizden hiç biri, bu kadar ki: memleketin selâmeti ve atisi mevzu-u bahs (geleceği söz konusu) olduğu zaman birinci şart olarak asrileşmek zihniyetinin lüzumundan ve asrın, hâkim olan esaslarına göre yapılacak ıslahat ve tanzime istinaden isbat-ı beka ve mevcudiyet eylemek (iyileştirme ve düzenlemeye dayanarak kalıcılığını ve varlığını kanıtlamak) fikrinden fariğ olsun ( vaz geçsin). Filhakika (doğrusu) her asrın öyle hâkim esasları olur ki o asırda beşeriyetin müfid (yararlı) bir unsuru olarak yaşamak isteyen her millet ve her cemiyet bu esaslara istinad etmedikçe beka-yı pezir olamaz. ( dayanmadıkça kalıcılığını sağlayamaz); ve bunun hilafını (tersini) düşünmek, her mütefekkir için ma’yub bir zihniyet ad olunur (düşünür için ayıplanan bir düşünce yolu sayılır). Memleketimizin selâmet ve saadeti için düşündüklerimizin de her şeyden evvel asrın bu esasat-ı hâkimesine istinat etmeleri tabii ve zaruridir (çağın bu zorlayıcı gerçeklerine dayanmaları doğal ve zorunludur). Ancak bizim memleketimizde ,her nedense , daima eda edilen (yerine getirilen), prensiplerin hilâfını (tersini) yapmak , ve daima yapılan şeylerin hilâfını düşünmek mu’tad (alışılmış) olduğu gibi vaz’ edilen bir esasın iltizam ettiği teferruat (gerektirdiği ayrıntılar) da fiili ve ameli programlarda ve mütalâalarda daima esaslardan ayrılarak tenakuzlar (tutarsızlıklar) göstermekte mütemadi (devamlı) bir hastalık şeklinde musirr ü anud (ısrarcı ve inatçı) bir gaflet teşkil ediyor.Asri zihniyetlere yaklaşmak iste yenler ve asrileşmek lüzum ve ihtiyacını ileri sürerek bunun etrafında münakaşat yapanlar , nazariyat safhasından, ameli ve fiili programlara , hadiseler ve meseleler üzerinde riayet edilmesi lazım gelen kanaatlere intikal edince (geçince / aktarılınca), o eski edalarından büsbütün ma’kusi ilzam ediyorlar (sessizce çark ediyorlar)..ve belki farkında bile olmuyorlar; vakıa (gerçekte) şarkta hissiyatın fikirler üzerine galebesi adeta şerait ve ahval-ı tabiiyenin bir netice-i zarurisi (koşulların ve doğal durumun zorunlu bir sonucu) dir.Hususiyle (özellikle) bizim memleketimizde terbiye-i iradenin (irade eğitiminin) noksanı, kabul ettiğimiz fikirler ve nazariyelere göre efal (işler fiiller) ve hareketimizin idaresinde henüz meleke peyda edememiş (alışkanlık sağlayamamış) olmamız gibi esbab-ı ruhiyemizin aczi (ruhsal nedenlerimizin yetersizliği), inkâr edilecek değildir.Binaenaleyh ( buna göre) fikrimizle düşündüğümüz zaman daima doğruya yaklaştığımız halde , hareket ve fiiliyat sahasında hissimizin tesiri altında kalarak makûsunu ihtiyar ettiğimiz ( tam tersini yaptığımız) çok olmuştur ve çok tabiidir.Fakat münevver fikirli ve hâkim zihniyetlerle , salahiyetdar zevatı da bu zarif zihniyetlere ve iradelere malik addediyoruz. Bu zevat-ı muhtereman zamanının pek çok kısmını Garb muhitlerinin saha-i ......ında ( ..... ortamlarında) gezerek, çizerek, görerek nakısa-i nefslerini ıslah ve telâfiye imkân bulmuş (kendi noksanlıklarını düzeltmeye ve sağaltmaya olanak bulmuş) olmaları icap ederken, her nedense , bunlarda dahi aynı ruh ve aynı makus (ters) düşünce ve hareketleri görüyor ve müteessir oluyoruz. Asri zihniyet , bizim bildiğimize göre beşeriyetin cemiyetler ve hükûmetler teşkil etmesinde en evvel ve acil olan menafi-i müşterekeyi (ortak çıkarları) siyasete raci’ kılmak (ilişkilendirmek ) esaslardandır.Y apılması gereken, terakkıyat-ı umumiyenin (genel ilerlemenin -yükselmenin) bu güne kadar vücuda getirmiş olduğu umdelere istinat edebilmek (ilkelere dayanmak) , onlarla kabil-i tatbik olacak (uygulanabilecek) şekilde ananatı ve esasatı ta’dil ve ıslah ederek istikbâle kuvvet ve ittihad ile ( görenek ve temel ögeleri değiştirip iyileştirerek geleceğe güçlü ve birlik olarak) yürümektir.Milletlerin hayatına tatbik ettiğimiz halde, diyebiliriz ki asri zihniyet , bu gün halk ve milliyet ,vahdet ve müsavat (birlik ve eşitlik) gibi uzun asırların birikimi üzerinde ilan-ı hâkimiyet eden (hükmünü yürüten) esaslarını kabul ve ananat-ı kadimesiyle, temayyülat-ı ruhiyesiyle, esasat-ı diniye ve itikadıyesiyle merc etmek, ( geçmişten gelen görenekleriyle ruhsal eğilimleri ile din ve inanç ilkeleriyle bağdaştırmak), terakkiyat-ı beşeriyenin (insanlığın gelişiminin) her şubede vücuda getirdiği menabi-i cedideden (yeni kaynaklardan) o saf milliyesindeki hususiyetlere göre istifade ederek saadet-i umumiyeye (herkesin mutluluğuna) çalışmak , kavi, muktedir, münevver ve müteşebbis (sert, güçlü, kültürlü ve girişimci) fertlerden mürekkep ve samimi bir hissiyat ile yekdiğerine merbut (bağlı) bir kitle halinde milletler cemiyeti arasına karışarak mevcudiyetini ve hakk-ı bekasını isbat ve eda etmektir. Şu halde asrileşmenin iki şartı vardır: Dahilen, asr-ı hazır-ı terakkiyat-ı umumiyesine müstenid menabi vücuda getirerek (günün genel ilerlemelerine dayanan kaynaklar oluşturarak), buna istinad edecek (dayanacak) kuvvetli bir kitle ; haricen, bu kitlenin mevcudiyetini ve hakk-ı bekasını (varlığını ve kalıcılık / yaşama hakkını) , diğer milletler arasındaki mevki’ şeref ve haysiyetini muhafaza edebilecek haris-i istiklâl ve hayat ( yaşam ve bağımsızlığın bekçisi) hassas ve metin bir vaziyet sağlamak. Asri olduğunu ve hiç olmazsa asrileşmek kabiliyetinde bulunduğunu iddia eden hiç bir millet dahilinde vahdet ve tesanüdü imhaya ( birlik ve uyumluluğu yok etmeye) , hariçte hakk-ı bekasını ve mevki’-i şeref ve haysiyetini ihlâle badi (sebep) olacak hiç bir hareket ve zilleti kabul edemez. O kadar ki meselâ bu gün harb-i umuminin ibka’ ettiği herc-ü mercler (I.Dünya harbinin sürekli kıldığı karışıklıklar) arkasında bir müstakil (bağımsız) millet halinde yaşayabileceklerini iddia ederek cihan-ı medeniyetin tenkid ve tetkikine arz-ı vücut eden (uygar dünyanın eleştiri ve incelemelerine kendisini açan) küçük milletler mevzu-u bahs (söz konusu) olduğu vakit ,teşkilat-ı milliyelerinin (milli kuruluşlarının) pek vahdet ve tesanüdü, ,memleketlerinin menabi’i, cedide-i medeniyeye malik (birlik ve uyumluluğu, ülkelerini kaynakları, uygarlığın yeniliklerine sahip) olup olmadığı ve nihayet iddia ettikleri istiklâl ve mevcudiyeti müdafaa ve muhafazaya kabiliyetlerinin derecesi araştırılmaktadır. Bir asır evvelki zihniyetlerle yaşayanlar ve almak istedikleri mevkiin şeref ve haysiyetini düşünmeyerek her ne menfaat mukabilinde olursa olsun , şunun bunun , daha büyük ve daha zengin milletlerin alet-i ihtirası mevkiine tenezzül edenler , muvakkat (geçici) bir müddet için zahiri (aldatıcı) bir istiklâl ve mevcudiyet şekillerini muhafaza etmiş olsalar bile baziçe (oyuncak) oldukları her hangi bir kuvvetin atide (gelecekte) esir ve mahkûmu olarak kurtulmuş zannettikleri mevcudiyetlerinin ebediyen zeval bulduğunu (tükendiğini/sona erdiğini) görüyorlar. Halbuki, maatteessüf bizim memleketimizde müttefiklerimiz bir taraftan asri zihniyete sahip olduklarını ve bu milletin hür, müstakil (bağımsız) ve kabil-i inkişaf ve terakki bir mevcudiyete malik (gelişmesi ve ilerlemesi mümkün olan bir varlığa sahip) bulunduğu ve binaenaleyh (buna göre) asrileşmek için elde olan şeraitin yeterli olduğunu ileri sürdükleri halde, diğer taraftan bütün bu herc-ü merc (karmakarışıklık) içinde olduğunu ve etrafı muhit (çevrelenmiş) olan karanlıkta açık ve tehlikesiz bir yol bulmak çaresi mevzu-u bahs olur olmaz, ya meş’um (uğursuz) bir korkunun , menfur (iğrenç) bir inkâr-ı maneviyenin (maneviyatı inkârın), yahut uzun ve şedit mücadeledeki sükûn ve huzura, atinin saadet-i ebediyesine (geleceğin sonsuz mutluluğuna) şu bir kaç günün zevk-ü hayatı (tatlı hayatı) tercih etmekten mütevellit (doğan/ ileri gelen) çirkin bir halet-i ruhiyenin (ruh halinin) te’siri esnasında şu veya bu devlete yalvarmaktan, şu veya bu milletin teveccüh ve merhametini celb etmeğe (toplamaya/ çekmeye) çalışmaktan başka çare göremiyorlar. Bir millet namına idare-i kelâm edenlerin (konuşanların) , o millete yapabilecekleri hakaretin ve bir memleket namına düşünenlerin o memlekete edebilecekleri hıyanetin en büyüğü namus ve izzet-i nefis meselesinde fedakârlık tavsiye etmeleridir. Muharebelerin meşruiyetini (haklılığını) pek müşkilât ile kabul eden sulh ve sükûn taraftarları bile yalnız namus ve şeref meselelerinde harbi bir zaruret (zorunluluk) olarak telakkiye (yorumlamaya / kabule) mecburiyet görürler . Böyle olduğu halde , muhafaza-i hayat ve mevcudiyet etmek istemeyen , hakk-ı bekasını cihana ispat ihtiyacında bulunmayan bir millet efkâr-ı münevveresinin lisanıyla (aydın insanlarının sözleriyle) ilk cümlede şeref ve haysiyetini, namus ve izzet-i nefsini fedaya temayül gösterir ( eğilimli olur) ise ,o millet için yaşamak hakkı nasıl kabul olunabilir ve bu ne tarz müdafaadır anlamıyoruz.Zilletle (alçaklıkla) istiklâl (bağımsızlık), esaretle hürriyet bir arada mevcut olamayan evsafdan ma’duddur (niteliklerden sayılır).Başkalarının merhamet ve cenabına (büyüklüğüne), yahut menfaat ve ihtirasatına istinad ederek (dayanarak) yaşamak isteyen bir millet üç-beş günlük hayatı ve efradının beş - on günlük zevk ve sükûnu mukabilinde evvela dinini, şeref-i istiklâlini feda ediyor demektir.Böyle bir milletin asri kabiliyetini kim teslim (kabul) edebilir) ?.Yaşamak istihkakını (hakkını) ispat etmek için hiç bir millet diğerine tecavüz mecburiyetinde, hatta diğer bir milletin menafiini ihlâl zaruretinde (çıkarına dokunma zorunda) değildir.Milletlerin yek diğeri zararına inkişaf ve terakki edebileceklerini kabul eden insanlar , hiç olmazsa dört- beş asırlık hadisat ve terakkiyatın (olayların ve ilerleyişlerin) arkasında kaldılar, artık o günleri bile yaşayamazlarFakat tecavüz etmemek demek, tecavüz ve zararları başkalarından görüp sükût ve tahammül etmek demek değildir. Asri zihniyet ve asri kabiliyetlere malik bir millet menafiine , istiklâline ve tamamiyetine o kadar sıkı sarılmış olmalıdır ki ona gelecek en küçük bir tecavüzün hiç bir zaman ehemmiyetinin olamayacağını , ve o milletin tamamen tarihe intikal etmesini intaç edecek (doğuracak) bir muaraza (kavga - çekişme) ihtimali bile olsa sırf şeref ve namus-u milli namına bunun göze alınacağını bütün cihan bilmelidir.Milliyetperver (milliyetçi) geçinen zevat-ı münevveremizin (kültürlü kişilerimizin) tekrar edip durdukları hakk-ı beka ,hakk-ı mevcudiyet , istiklâl ve şeref-i milli gibi kelimelerin manası budur. Yoksa zahiri (göstermelik) bir vaad-i tamamiyet ve şekli-i bir çerçeve mukabilinde şu veya bu devletin eteklerini öperek , şu veya bu milletin merhamet ve sıyanetine (korumasına) sığınarak zillet ve menfaat peşinden giderek kabul etmek , bu asrın milliyet esaslarıyla, cemiyet ve içtimaiyat prensipleriyle asla kabil-i te’lif olamaz (uzlaşamaz).Bir imparatorlukken zaif, silahsız, başkalarını pek az zarar iras edebilir (getirebilir / verebilir) bir millet haline geldik. Bu itibar ile bize tecavüz edenlerin korkusu olmayabilir. Hususiyle (özellikle) hiç bir devlete tecavüz ve taarruzu zihnimizden geçirmiyoruz; ve geçiremeyiz. Fakat asrımızın efkâr ve esasatına (fikir ve ilkelerine) vakıf olmaklığımız için her millet gibi bizde beka ve mevcudiyetimizi , şeref ve istiklalimizi kime karşı olursa olsun iddia ve müdafaada ve bunun için can vermekte bir zevk ve bütün etvakın fevkinde( güçlerin üstünde) , bütün maddiyatın üstünde bir zevk buluyoruz.Anadolu, asri zihniyetten bunu anlıyor ve inkişaf-ı hayatı (yaşamın gelişimini) ancak bu zihniyetle mümkün görüyor.Bizim hesabımıza merhamet dileyenler bizden değildir. İmzasız |